Tamahkâr İnsan Ne Demek? İnsanın Bitmeyen Arzusu Üzerine Bir İnceleme
İnsanoğlunun tarih boyunca peşinde koştuğu şey, yalnızca hayatta kalmak değil, daha fazlasına sahip olmaktı. Bu “daha fazlası” arayışı, kimi zaman ilerlemenin motoru, kimi zamansa yozlaşmanın kaynağı oldu. Tamahkâr insan kavramı, bu ikili doğanın içinden çıkar: sahip olduklarıyla yetinmeyen, hep bir fazlasını isteyen, arzularını kontrol edemeyen insan tipi. Bu yazıda, tamahkârlığın tarihsel kökenlerinden modern çağdaki yansımalarına kadar uzanan çok katmanlı bir bakış sunacağız.
Tamahkâr Kelimesinin Kökeni ve Anlamı
Tamah kelimesi, Arapça kökenlidir ve “açgözlülük, doyumsuzluk, mal hırsı” anlamına gelir. Tamahkâr insan ise bu duyguyu karakterinin merkezine yerleştiren, sahip olmayı bir varoluş biçimi hâline getiren kişidir. Klasik İslam ahlak literatüründe tamah, insanın nefsine yenilmesi, kanaatten uzaklaşması anlamına gelir. Nitekim Gazâlî, “İhya-u Ulûmiddin” adlı eserinde tamahkârlığı ruhun karanlık taraflarından biri olarak niteler; çünkü tamah, insana hem dünyada hem ahirette huzursuzluk getirir.
Tarihsel Arka Plan: Ahlak Felsefesinde Tamahkârlık
Antik dönem filozofları da tamahı insanın temel zaaflarından biri olarak görmüştür. Aristoteles, “altın orta” ilkesinde tamahı aşırılığın bir biçimi olarak tanımlar; zira erdem, “yeterlilikte” gizlidir. Stoacılar ise tamahkârlığı ruhun hastalığı olarak nitelendirir, çünkü bu tutum insanı içsel özgürlükten uzaklaştırır. Orta Çağ’da Hristiyan düşünürler, tamahı “yedi ölümcül günah”tan biri olarak ele almışlardır. Bu dönemlerde tamahkâr insan, sadece bireysel bir ahlak sorunu değil, toplumsal bir tehdit olarak da görülmüştür; çünkü hırsın büyüdüğü yerde adaletin sesi kısılır.
İslam düşüncesinde de benzer bir çizgi vardır. İbn Miskeveyh, tamahı ruhun dengesini bozan bir tutum olarak tanımlar. Ona göre “kanaat”, insanın iç huzurunu korur; “tamah” ise insanı başkalarının hakkına göz dikecek kadar kör eder. Böylece tamahkâr insan, sadece kendi ruhunu değil, toplumun ahlaki yapısını da zedeler.
Modern Dünyada Tamah: Kapitalizm ve Arzunun Kutsanması
Günümüzde tamahkârlık artık bireysel bir kusurdan çok, sistemsel bir eğilim hâline gelmiştir. Kapitalist ekonomi, büyüme ve rekabet üzerine kuruludur; dolayısıyla “doymamak” adeta bir meziyet gibi sunulur. Tamahkâr insan bu sistemin ideal tüketicisidir: sürekli isteyen, hiç tatmin olmayan, arzularını ürünlerle tanımlayan bir birey.
Sosyolog Zygmunt Bauman, “Tüketici Toplum” adlı eserinde, modern bireyin kimliğini sahip oldukları üzerinden kurduğunu belirtir. Ona göre artık insanlar düşünceleriyle değil, satın aldıklarıyla var olurlar. Böylece tamah, yalnızca ekonomik bir dürtü değil, kimlik inşasının ana unsuru hâline gelir. “Daha fazla” istemek, “daha iyi” bir insan olmanın ölçüsüne dönüşür.
Tamahkârlığın Akademik Tartışmaları
Çağdaş psikoloji ve sosyoloji, tamahı yalnızca bir ahlak meselesi olarak değil, aynı zamanda bir toplumsal davranış biçimi olarak ele alır. Psikanalitik açıdan tamah, doyurulmamış bir eksiklik hissinin dışa vurumudur. Birey, içsel boşluğunu nesnelerle doldurmaya çalışır. Bu durum, modern çağda “sürekli tatminsizlik sendromu” olarak karşımıza çıkar.
Politik ekonomi literatüründe ise tamah, güç ilişkilerinin bir göstergesidir. Karl Marx’a göre sermaye birikimi, tamahın kurumsallaşmış hâlidir. Kapitalist, kâr maksimizasyonu uğruna emeği sömürürken, aslında tamahkâr bir davranışı sistemleştirir. Bu noktada tamah, bireyin değil, düzenin karakterine dönüşür.
Toplumsal ve Bireysel Düzeyde Sonuçları
Tamahkâr toplum, dayanışmayı değil, rekabeti kutsar. İnsan ilişkileri, sevgi ya da güven yerine çıkar hesapları üzerinden şekillenir. Bu kültürel dönüşüm, sosyal bağları zayıflatır ve bireyi yalnızlaştırır. Çünkü tamahkâr insan, paylaşmaktan çok biriktirmeyi; anlamdan çok sahip olmayı tercih eder.
Kişisel düzeyde ise tamah, sürekli bir tatminsizlik hâli yaratır. Ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, insan içsel bir eksiklik hissinden kurtulamaz. Bu da ruhsal yorgunluğa, tükenmişliğe ve nihayetinde anlam krizine yol açar.
Sonuç: Tamahın Gölgesinde İnsanlık
Tamahkâr insan, çağımızın en sessiz krizlerinden birinin sembolüdür. Teknoloji, ekonomi ve kültür ilerledikçe, insanın arzuları da büyüyor ama huzuru aynı oranda küçülüyor. Tarih boyunca filozoflar, sufiler ve düşünürler, insanın kurtuluşunu “kanaatte” aradı. Belki de bugün yeniden o unutulmuş öğüdü hatırlamak gerekiyor: Gerçek zenginlik, daha fazlasına sahip olmakta değil; daha azına ihtiyaç duymaktadır.